Daha önce “Bilme” ile “Anlama” arasındaki ilişkiden bahsederken bilmenin/öğrenmenin önemli olduğunu, ancak asıl olanın ise “Bilineni doğru anlamak” olduğunu belirtmiştik. Her iki sözcükte yüklendikleri muhtevalar itibariyla fiiliyata dökülünce birlikte buluştuklarında birbirlerini tamamladıkları ve anlamlı bir bütünlük kazandıklarını görürüz.
Yani eldeki mevcut bilgiler/veriler sağlıklı olup doğru da anlaşılınca, ortaya çıkan sonuçların bir değer ve anlam ifade ettiklerini görürüz.
Doğru anlamanın gerçekleşmesi için de hiç şüphesiz doğru bilgiye ulaşmak ve doğru bilgiyle buluşmak icap eder. Yani, doğru bilgiyle doğru anlama; insanı iyiye, güzele ve hakikate götürürken, toplumun da yararına sonuçlara ulaştırıyorsa eğer, o zaman “Mü’minin feraseti” devreye girmiş olur ki, asıl olan da budur.
Bilgi/bilme aynı zamanda insan düşüncesine de yön verir. Bu nedenle bilinenlerin sağlıklı bilgiler olması son derece önem arz eder. Çünkü, doğru anlama “doğru bilgi”ye ulaşmayla ilişkilidir. Yani, gerek okuma ve gerekse duyular (sözlü veya yazılı) yoluyla elde edilen bilgilerin “doğru bilgiler” olması son derece önemlidir.
Çünkü, gerçek ve doğru bilgi yani hakikatin bilgisi insana aynı zamanda doğru anlama vasfı kazandırdığı gibi, doğru düşünce üretmeyi de sağlar.
Toplum içinde sağlıklı beslenerek oluşan düşünce, söz ve yazıya aktarıldığında verdiği/vereceği doğru ve isabetli kararlarla kendini mutlaka belli eder.
Bilimsel tez/teorilerde eksik ve yanlış fazla barınamaz. Eksik illaki fark edilir, yanlışta mutlaka ortaya çıkar. Çünkü, bilim somut verileri baz alır. Hele hele sanal dünyanın bu kadar yaygın kullanıldığı, bilimsel verilere ulaşmanın bu kadar ucuza mal olduğu, erişimin ve iletişimin de çok kolay olduğu bir zaman diliminde gelinen noktada yanlış bilimsel bir veriyi piyasada gündemde tutmak adeta imkansız gibidir. Zaten bilimsel teoriler/tezler/faraziyeler laboratuvar ortamında ispatlanmadıkça yahut konuyla ilgili yetkili merciler tarafından onay alınmadıkça gündeme dahi alınmazlar. Kimi zaman “Şunu buldum, şunu ispatladım” diye görüşlerin ortaya atıldığını hep duyarız. Ama kale alınmadan, bir veri olarak kullanılmadan ve uzun ömürlü olmadan unutulup giderler.
Yanlış veya eksik bilginin dolaşımda olduğu görüldüğü an, illaki birileri tarafından hemen müdahale edilerek yanlış mutlaka düzeltilir, eksikte mutlaka tamamlanır. Zira bilimsel ortamlarda yanlış ve eksik bilgi hareket etme zemini bulamadığı gibi, barınması da mümkün olmamaktadır.
Ancak, söz konusu “Din” özelde de “İslam dini” olunca, bolca katkı maddelerinin kullanıldığını hemen her aklıselimin fark ettiğini görürüz. Zira Kur’an Mü’mini tarif ederken; ‘‘Gayba inanırlar…” (Bakara:3) diye başlar. Dolayısıyla okuyucu okumalarında illaki soyut (Gayb) kavramlarla karşılaşır. İslam dininin “Gayb”a inanmaya dair hususları içeren bölümlerinin de olduğunu inanan herkes tarafından zaten bilinmektedir.
Gayb’a dair hususları da müşahhas delillerle ispatlama, görünür kılma mümkün olmayıp kişinin inancıyla doğrudan ilişkili olduğundan, doğru bilgi ve doğru anlamanın delili de ancak Kur’an’ın bildirdiği vahiylere inanmakla mümkün olabilmektir.
Bu nedenle doğru ve hakikatin bilgisine ulaşma burda daha fazla hayati önem arz eder. Çünkü, eksik anlatım veya eksik verilen bilgiler neticesi insanlarda bazen onarılmaz hayati yanlış anlamalara, farklı inançların oluşmasına ve farklı dini algılara neden olduğu/olacağı müslümanlar arasındaki düşünce faklılıklarından anlıyor ve görebiliyoruz artık.
Mesela; Uzun yıllar ilm-i hal kitaplarında müslümanın inanması gereken 104 farz’ı olduğu konu edilirdi. Bilahare bu farzlar 52’ye, daha sonra da 32 farza kadar iskonto yapılarak indirildi. Belki iyi niyetle yapılan/yapılmış indirim ve tasnifler öğrenmeyi kolaylaştırmak babındandı diye hüsn-ü zan edebiliriz.
Ancak halen İslamın şartı beştir (5), imanın şartı da altı’dır (6) diye ilm-i hal kitaplarında böyle yer alırken, zengin olmayan biri için hac ve zekat’ta düşeceğinden kişiye sadece üç (3) rükün kalır.
Bu konular kitaplarda yeterli izahatları yapılmadan böyle yazılmaya devam ettiğinden kimi müslümanın belleğinde oluşan algı da maalesef “Dinin tamamı bundan ibarettir.” şeklinde olmuştur. Keza; ‘‘Sabah namazı dört (4), öğlen on (10), ikindi sekiz (8), akşam beş (5), yatsı on üç (13) rekattır.’’ (İsmini vermek istemediğim bir Camii kapısına aynen bu şekilde asılı olduğunu bizzat gördüm) şeklinde ifade edilince, halk nezdinde sanki günlük kılınan tüm namazlar farz’mış gibi anlaşılmıştır.
Oysa, farz ve nafile olarak kılınan namazların her biri kendi başlarına müstakil ibadetlerdir. Ancak sadece bizim ülkemizde namazlar peş peşe kılındığından halk nezdinde kılınan günlük namazlar “Demek ki yekpare kılınırlar” şeklinde anlaşılmıştır. Burda bilgi eksikliği farklı anlaşılmaların oluşmasına neden olmuştur. Bu tür şeyleri önemsiz gibi görenler olabilir, ama inanca sirayet ettiklerinde bölünmelere kapı aralayan başlangıç noktalarının buralardan alev aldıkları da bilinmelidir.
Halbuki İslam dini; Kur’an’ın tamamına inanmayı imanın gereği saydığı halde, siz “Kur’an’daki bütün emirlerin farz olduğunu, ancak Kur’an’daki emirlerin bir kısmı kadın ve erkeğin bireysel olarak işlemeleriyle, bir kısmının toplu olarak yapılmasıyla, bir kısmının da idareciler tarafından yerine getirilmesiyle tamamı icra edilmiş olur.” şeklinde izah edilmesi daha yararlı olacağı ortadayken, inanan insanların idrakine uygun, anlayacakları şekildeki bir anlatımın yapılmaması sonucu, ekseriyet tarafından anlaşılan/oluşmuş algı İslam dini sanki üç rükünden ibarettir şeklinde anlaşılmaya sebep olmuştur.
Keza vakit namazları içinde farz olanları şunlar şunlardır, diğer kılınanlar da peygamberin kıldığı nafile namazlardır diye yeterli oranda izahı yapılmadığından, günde kırk (40) rekat kılınan namazın tamamı kimilerince adeta farz namazlar gibi algılanmıştır.
Bir başka konu; ‘‘Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman (kimi meallerde savaşa çıktığınız zaman diyor) kafirlerin size kötülük etmesinden endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda bir günah yoktur.”(Nisa suresi:101), “Sen (Peygamber) içlerinde olup da (cephede) namaz kıldırdığın zaman, bir kısmı seninle beraber namaza dursun ve silahlarını da yanlarına alsınlar, secdeyi yaptıktan sonra arkanıza geçsinler; kılmayan öbür kısım gelsin seninle beraber kılsınlar ve ihtiyatlı olsunlar…bila ahir.”(Nisa suresi:102) ayetleri namazın ne zaman kısa tutulacağı, ve savaşta namazın nasıl kılınacağı anlatılmaktadır.
Savaşın dışında ve tehlike söz konusu olduğu zaman hariç, diğer zamanlarda sefer halindeki kişinin namazı kısaltması kendi inisiyatifine bırakıldığı açıkken, halen kitaplarda sefer (yolculuk) halinde farzlar mutlaka iki kılınmalı, peygamberin nafile olarak kıldığı bize de sünnet olarak intikal etmiş olan namazları da tam olarak kılınmasını ön gören bir algının ısrarla işlenmesine ne demeli acaba?
Allah’ın emri rahatlıkla yarıya indirilirken, peygamberin kıldığı nafile namazlardan da asla taviz verilmiyor. Yukarıda verilen ayetlerden yapılması gerekenler bariz olarak anlaşıldığı halde, bu hüküm nasıl böyle anlaşılmış ve anlaşılmaya da devam ediliyor, anlamak mümkün değil.
Her seferinde belirtme gereği duyduğumuz gibi hiç kuşkusuz şuurlu ve bilinçli olarak inanarak davranış sergileyen, çok güzel yorumlar yaparak ona göre de amel edenlerin olduğunu elbette biliyoruz.
Bizim kastımız da zaten onlar değil ki, bir tespitte bulunmak içindir. İslama dar çerçeveden bakarak, sağlıklı bilgi kaynaklarına da ulaşmadan merdiven altı bilgilerle öğrenilen/öğretilen malumatlarla yorumlanarak anlaşılan/anlaşılmış bir İslami anlayışın maalesef toplum içinde farklı davranış ve alışkanlıkların doğmasına neden olduğu, cesaretlenen halkın da kendine has bir din’i yaşadığını söylemek sanırım çok da abartılı olmasa gerekYıllarca doğru diye bilinen ve inanç haline dönüşmüş bu alışkanlıkların bir anda terk edilmesi de oldukça zor olduğu/olacağı da bilinmelidir.
Sonuç olarak bilgi birikimini gerek sözlü ve gerekse yazılı olarak izhar ederek toplumun yararına sunan, arz eden kişinin, bir başkasının da doğru veya yanlış anlamasına etki edebileceğini de göz önüne alarak, söylediklerine ve yazdıklarına çok dikkat etmesi gerekir. Özellikle, hikmeti ve değişmez bilgiyi içeren kaynaklardan beslenmiş, doğru anlaşılmış, süzgeçten de geçirildikten sonra karşıya öyle aktarmalıdır. Maksadımız, uzun uzadıya açıklama gerektiren bu konuları bu sütunlara sığdırmak değil elbette. Maksat; insanımızı hiç değilse inancıyla ilgili tahliller yapmak ve bazı şeyleri yeniden düşünmeye sevk etmektir.